EDEBİYATIMIZIN İKİ ÜNLÜ YAZARINDA:BURDUR

Hayati Kuzucu

Türk Edebiyatının iki ünlü romancısı Halide Edip ve Kemal Tahir'in bazı eserlerinde Burdur ile ilgili bölümler yer almaktadır .Bu bölümler Birinci Dünya Harbi ve İstiklal Harbi yılları ile alakalı pasajlardır.Burdur'un o yıllardaki genel durumunu yazarlarımızın kaleminden okumak bizce oldukça ilginç gelmektedir.Her iki yazarda o acılı günleri oldukça başarılı bir şekilde tasvir etmektedirler.

KEMAL TAHİR VE BURDUR

Yazarın Burdur'a gelip gelmediğini tam olarak bilmiyoruz ;ancak annesinin bir süre Burdur'da yaşadığı bilinmektedir.Aslen bir Kafkas göçmeni olan gelen annesi ailesiyle önce Nazilli'de daha sonraları Burdur'da yaşamış, yazarda bu olayı "Bir Mülkiyet Kalesi "adlı eserinde işlemiştir.Ayrıca ; ünlü "Yorgun Savaşcı "romanında da yaklaşık ifadelerle Burdur'a yer vermektedir.Genellikle Seferberlik yıllarının işlendiği eserlerinde Kemal Tahir, Burdur'un savaş dönemindeki genel havasını yansıtmıştır.Yazarımız Burdur'u en güzel ve detaylı şekilde ele aldığı çalışması aynı dönemi anlattığı; Zehra'nın Defteri adlı kitabında okuduğumuz Bozgun adlı hikayesidir.Hikayenin büyük bölümü bir grup askerin Burdur'a gelmesini bir süre kalmasını ve bu arada o zamanki Burdur 'un genel havasını anlatmaktadır.Sözü edilen romanlar ve hikayede Burdur birbirine benzer kelimelerle yer almıştır.

BOZGUN

,,,,,,,,


Üçüncü defa yaralanmama meydan kalmadı. Fırkamız cepheden geriye alınarak Burdur’a gönderildi.Bandırmadan Odun yakan seferberlik trenlerden birine binerek yola çıktık. On günde mi yirmi günde mi Baladız İstasyonu’nu tutabildik.
Güzel ve soğuk bir bahar günüydü. İstasyondan şehre dört saatlik araba yolu vardı.Burdur’un Tuzlu gölü ile çıplak ovayı sağımıza, birer kelle şekerine benzeyen kireçli beyaz tepeleri solumuza alarak hareket ettik.
Şehre yaklaştıkça rüzgar acayipleşiyordu. Ben bu kadar dünya gezdim, hiçbir yerde böyle güzel, buram buram kokan rüzgar görmedim. Burdur’un etrafı gül bahçeleriyle çevrilmişti. Gül yağı çıkarıldığı aylarda sokakların dar ve çamurlu arklarında adeta gül suyu akıyor, çeşit çeşit güller öyle demetle değil, eşek yüküyle alınıp satılıyordu.
Uzatmayalım bir sene evvel zelzeleden yarı yarıya harap olmuş şehre – Ermeni tehciri dolaysıyla boşalmış bir sürü ev bulunduğu için – sere serpe dağıldık. Ben, hükümet konağı ile fırka karargahı arasında acele çekilmiş şosenin üzerinde, iki katlı, ahşap ve burada ender görülen damı kiremitli, bir papazın boş evine yerleştim.
Emirberim Bursalı Hüseyin Onbaşı alt katta yatıyor, orta yaşlı bir Ermeni kadını sabah gelip akşam gitmek pazarlığıyla işlerimizi görüyordu.Sessiz hayatı bir müddet yadırgadık. Ama sonra yavaşça intibak ettik. Gündüzleri uzun at gezintilerine çıkıyor, akşamları arkadaş evlerine toplanarak tavla oynuyorduk.
Burdur anayollara sapa düştüğü için gazeteler ve resmi tebliğler gelmiyor, şoseden cepheye giden giden asker kolları geçmiyordu.
Sıcak ve kuru yaz günlerinden sonra kış birdenbire bastırdı. Kar hiç dinmeyecek gibi yağıyor, tipiden yol boyundaki kavakların uçları görünmüyordu. Ufuk haritası daha çizilmemiş, fotoğrafı çekilmemiş meçhul bir yerde kaybolma hisleri verecek kadar donuklaşmıştı. Boş odada beyaz dağlar ve açık deniz boğazları kapanmış sakin bir liman gibi duran göl sanki artık yerlerinde değildiler.
İnsanlar toprak damlı kaba yatkın evlerine çekilmişlerdi. Hayvanların nereye gittiğini merak bile etmiyorduk.
İstasyona gönderdiğimiz postacılar haftalardan beri elleri boş dönüyorlardı.
Tipinin, çok yıkanmaktan lime lime olmuş ıslak bir yatak çarşafı gibi insanın yüzüne sarıldığı bir akşam üstü eve geldim. Ermeni hizmetçi daha gitmemişti. Kapıyı telaşla açtı:Ne o, dedim, sen daha gitmedin mi ?

Bir başkasının kabahatini söylüyormuş gibi acele acele :Bir şey oluyor beyim, dedi, şu karşıya bakın bir kere…

Parmağının ucundan şoseye baktım, fevkalade bir şey göremedim. Tekrar:Bir şey oluyor dedi, dikkat edin. Deminden beri oraya oturdu. Bir asker üstünü kar örttü. Kımıldamıyor.Benim cevap vermeme sıra kalmadan arkamda duran Hüseyin merdivenleri üçer dörder inerek karın içine daldı. Ben de arkasından yürüdü.
Galiba şosenin kenarındaki çürümüş kütüklerden birinin üstüne oturmuştu. Başını göğsüne iyice eğdiği ve ellerini sımsıkı koltuk altlarına soktuğu için yamrı yumru bir yuvarladığı vardı. Nefes almıyor, hareket etmiyordu. Hüseyin omuzlarını tutup sarsınca kafası koparılmış bir kardan adama benzeyen bu yığının dağılıp parça parça olacağını zannettim.
- Ölmüş mü, diye sordum.
Bu sual daima korkunçtur. Emirberim bana cevap vermeden seslendi

-Hemşeri, hemşeri. Hey hemşeri!

Bir inilti mi duyduk, yoksa çitlerin üzerinden bir sağanak mı geçti, farkında değildim. Hüseyin:Sen şunun kollarını oynatı oynatıver yüzbaşım, dedi, ben beygiri getireyim.Beygir geldiği zaman tutmakta olduğum bileklerde belli belirsiz bir sıcaklık hissetmiştim. Hüseyin, onu hayvanın üstüne ince uzun bir torba gibi attı . Talihi varmış fakirin yüzbaşım, dedi, hastanenin yanıyor yaşayacaksa yaşar.Bizim Hüseyin ne yapıp yaptı, Balıkesirli Durmuş Ali’yi ölümden kurtardı. Kendisini toplayıncaya kadar her gün gidip hastanede yokladı. Tütün, yemiş götürdü.

İshal olmuş, tebdil-i hava vermişler diye anlatıyordu, karda kıyamette hasta herif yola koyulur mu? Isparta’dan bir arabacı sevabına Işıklar Köyüne kadar getirmiş.”Buradan Burdur iki saat çeker, bir gayret et, orada sevkiyat da var. Hastanede derdine bakarlar, beylik askeriye arabası mı olur, mekkare katırı mı?

 

HALİDE EDİP ADIVAR 'IN ESERLERİNDE BURDUR

Yazdığı romanlarla yirminci yüzyıl edebiyatımıza damgasını vuran önemli isimlerden Halide Edip Adıvar, bu gün pek bilinmeyen veya nesillerin dikkatinden kaçırılan hatıralarını kaleme aldığı nesillerin bizce başucu kitaplarından olması gereken "Türkün Ateşle İmtihanı" adıyla bilinen eserinde İstiklal Harbi ve öncesini anlatmaktadır.istanbul'dan Ankara'ya kaçarak kurtuluş hareketine katılan yazar yaşadıklarını gördüklerini sözünü ettiğimiz hatıralarında nakleder .Onun Cumhuriyet dönemine veya Cumhuriyete bir çeşit destek vermek amacıyla yazdığı ve bir dönem aydının şuuruna saplanan "Vurun Kahbeye" romanının çeşitli haksızlıklara zemin hazırlaması bakımından hiç te hoş olmayan bir yanı vardır.Halbu ki Türk'ün Ateşle İmtihanın'da söz konusu romanla tezata düşen hatıraları okumaktayız.Halide Edip aile olarak din değiştirmiş muhtedi bir aile kökenine sahiptir.Zaman zaman eserlerinde bu geçmişin dürtülerini görebiliriz. Vurun Kahbeye biraz da bu dışa vurumun tezahürüdür.Eserlerinden birinin "Kenan Çobanları " adını taşıdığını hatırlamak yerinde olacaktır.Öte yandan Milli Mücadele yıllarında yazarın kurtuluş hareketine katkılarını görmezden gelmek yazara haksızlıktır.Oldukça samimi bir hava içinde kaleme alınan "Türk'ün Ateşle İmtihanı" tarihimizin bir çok gerçeğini sinesinde barındırmaktadır.Onun bizzat görev aldığı, Anadolu'da Yunan Mezalimini inceleyen komisyonun; Yunan Vahşetiyle alakalı hazırladığı raporlar malesef hep hasırlatı edilmiştir.İnsanlıktan nasipsiz Yunan sürülerinin cephe gerisinde kalan masum Türk halkına reva gördükleri iğrençliklerin canlı tanığı olan bu komisyon raporları mutlaka gün yüzüne çıkarılıpyayınlanmalıdır.

Yayınlananların tekrar basımı yapılmalıdır.Vahşilerin değiştiğini sanmak tam bir ahmaklıktır.Sadece fırsat gözetlemektedirler.

Halide Edip Burdur'da babasının yaşadığı Antalya'da hastalığı sebebiyle ziyarete gitmesi sırasında gidişinde ve dönüşünde bir süre kalmıştır.Türk'ün Ateşle imtihanı'nda Burdur çevresi için anlatılan bölümde dikkati çeken vurgu şehrin yakınında hemen Çine ovasında eşkiyaların kol gezdiğidir.Çeltikçi Beli bir eşkiya yuvasıdır.Yolcular soyulmakta vurulmakta tam bir eşkiya terörü esmektedir.Yazar ve yanındakiler eşkiyalarla yolda yüzyüze gelmişler;ancak eşkiyaların başı onlara bir zarar vermemiştir.Çine ovasına gelirken Çeltikçi Belinde kağnısıyla beli aşmaya çalışan Burdurlu bir çocuğun kağnısının yolda kalması sırasında çaresizlik içindeki halini şu etkileyici cümlelerle anlatıyor.

"On iki yaşına kadar ,mavi gözlü bir küçük oğlan ,arabayı arkadan iterken :

-Vay anam ,gel bak oğlun ne çekiyor,dediği zaman çok üzüldüm .Arabadan inerek onun yanında yürüdüm .o yavrucak ailenin tek erkeğiydi(1).

Halide Edip aynı olaya "Dağa Çıkan Kurt"ta da yer alan "Himmet Çocuk " hikayesin de de yer vermiştir.Aslında çocuğun söylediği sözün orijinali bizce şöyledir.

-Ah kadın anam ah bi bak oğlun neler çekiyor şeklindedir.

Bu feryad aslında bütün Türklüğün feryadıdır.

Her iki eserde, zamanımız da sadeleştirme adına yapılan densizliklerle yukarda ki ruhsuz haline dönüştürülmüştür.

HİMMET ÇOCUK

......

......

 

Antalya'dan Burdur'a gelirken nihayetsiz, kar bürümüş, bozuk, taşlı, bir yanı uçurum, bir yanında daima eşkıya gizlenen yokuşlardan birine tırmanıyorduk. Buralarda arabalar durur, arabacılar bir araya gelir, her arabaya üç dört çift hayvan takarlar, arabacılar arkasına omuz verir. Bin türlü acayip sesler çıkararak teker teker her arabayı yokuşun başına çekerler. Ve çok zaman da kabl'et tarihî (tarih öncesi) vesaitle, terleyerek, inleyerek günlerce didişip Çine ovasına kadar getirdikleri mallarını eşkıya çeteleri alır götürür, elleri boş geldikleri yere dönerler. Böyle bir hengâme ortasında, kalınlı inceli hayvanları teşvik için birbirine karışan ohlar arasında billûr bir ses:

- Ah kadın anam ! Ah gel de   halimi gör!

Dedi. Kalbime ip takılmış gibi, ses gelen yere sürüklendim, on oniki yaşlarında, gocuğundan sular damlayan, el kadar güzel yüzlü, mavi gözlerini örten siyah kirpiklerinde yaş toplanmış bir çocuk arabacı gördüm. Bu da Himmet çocuk gibi ihtiyar bir halaya bakmak için bir fevkalbeşer hayat mücadelesinde pişen bir çocuktu. Istırabının mercii (döneceği yer) olsa olsa toprak bir kadın kalbi oluyordu. 
      Hâlâ Türkiye'yi bu küçük Himmet çocuklar yürütüyor. Belki hâlâ acıları bir çocuğun değil bir devin kalbi gibi sağlam olan yüreklerinden taşarsa:
 
- Ah kadın anam ah! Gel de bir kere  halimi gör! diyorlar.

 

1-Türk'ün Ateşle İmtihanı .İstanbul -2009.Sayf.254-255

5 şubat 2011